21 Ocak 2007 Pazar

hey bayan Mary

7 Eylül Çarşamba 1955

Hey Bayan Mary, gel bizde gizlen hadiseler bitene kadar.
Ve bu utancı yaşamama
yardım et.


Havada uçuşan taş, düşme, kırma o pencereyi.
Kırılan, ince cam olmayacak, bil.
Boşlukta döne, döne giden sopa, vurma, akıtma o kanı.
Hey, çocuk, ismin lazım değil bana, yeter ki sen hatırla: Ne çabuk unuttun, daha iki gün önce Bayan Mary değil miydi, annen evde yokken kapı aralığından üzeri yağlı, kalın kesilmiş bir dilim ekmek uzatan?
Ah, keskin ok misali havada uçuşan söz, gitme, vurma kalpleri, kırma.
Bu büyük bir yanlış; bu zalim bir tufan, fırtına.
“Hey, Bayan Mary gel hadiseler bitene kadar bizde gizlen. Tut şu beyaz çarşafın ucundan, kopar. Senin cama asalım. Onlara, sokaktaki güruha senin de bizden olduğunu hatırlatalım. Hey, Bayan Mary, gel bizde gizlen biraz. Bu utancı yaşamama, atlatmama yardım et. Komşum, geçmişim...”
Biliyorum, bu kavga hiç bitmeyecek, içten içe büyüyüp, eline geçirdiği her güzelliği yok edecek.
Kimse hadiselerin nasıl başladığını çözemeyecek.
Çok şey söylenecek, yazılacak, hissediyorum.
Bir fitil yakıldı ya, nasıl söndürülecek?
Nasıl sönecek?
Ah ne olduysa dün oldu.
6 Eylül’de.
Büyük Atatürk’ün Selanik’te, doğduğu eve atılan bomba...
Herkesin dilinde bu cümle. Ne olmuş, nasıl olmuş, kim atmış bombayı, bilen yok. Bir gizli hesap mı savuracak tarihi?
Günlerdir içimde büyüyen sıkıntının nedeni buymuş demek.
Kıbrıs’ta her gün büyüyen huzursuzluk bir yerde patlayacak, yanardağ gibi kendi etrafında ne var, ne yoksa hepsini yok edecekti, görüyordum.
Ama kimselere anlatamadım.
Böyle tutuktur dilim.
Böyle bilinmezdir kelimelerim. Konuşsam kimse duymaz, anlamaz, gariptir kelimelerim.
Ben çırpınsam, kimse görmez. Haykırsam, rüzgâr sanırlar, savrulsam dalga.
Beni kimse hissetmez.
Gözlerinin önünde dururum, kimse dokunmaz.
O yüzden taşım ya zaten, o yüzdendir yüzyıllara sığmayan kahrım.
Bayan Mary, uzun eteğini dizlerine çekip, bir ayağında tokyo diğeri yalınayak bir sokağa, bir bahçeye atıp durmasaydı kendini, bir eliyle dizini dövüp, diğeriyle uçuşan başörtüsünü boşluktan toplayıp, toplayıp boynuna dolamasaydı, yüreğime bu günden hangi fotoğraf kazınırdı acaba?
Gürültünün içinde kaybolan nefesler hangi zalim kelimeleri tarihe yazdı?
Ne yazık, unutulması mümkün olmayan hangi acılarla birlikte...
“Dün gece yarısı saat 12’yi 10 geçe Atatürk’ün doğduğu evle, konsolosluk binasının arasındaki küçük bahçede bir bomba patlamış...”
“Bomba aslında Türk Milleti’nin sinesinde patladı.”
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Vali Fahrettin Kerim Gökay, İstiklal Caddesi’ndeki ünlü Abdullah Efendi Lokantası’nda öğle yemeğindeydiler. Menderes, haberin “öğle ajansına” yetiştirilmesi talimatı verdi.
Haberin radyoda okunmasının ardından Demokrat Parti İstanbul Milletvekili Mithat Perin’in gazetesi İstanbul Ekspres yıldırım baskı yapıp haberi duyurdu.
Peki, doğru mu bu?
Ne olacak şimdi?
Kıbrıs Türktür Derneği ve üniversite öğrencileri nümayiş düzenliyorlar. Gruplar halinde Taksim’e yürüyorlar.
Lakin bu gidişat korkutucu, çünkü başlangıçta göstericilerin hemen tamamı temiz giyimli, davranışları disiplinliydi sonra kaşla göz arasında, anlaşılamayan bir hızla ve hınçla yürüyüş hiddete dönüştü.
Nasıl durulacak ortalık?
Bu toz duman arasında kim bilir hangi canlar, hangi geçmiş savrulacak?
-Neler oluyor martı?
-Sen ne zaman bu soruyu sorsan, benim kanatlarım taşıyamayacağı tasayı yüklenir oldu.
-Bırak şimdi bunları, anlat neler oluyor?
-İnsanlar gruplar halinde toplanıyorlar. Kartopu gibi dakika, dakika büyüyorlar. Ne zaman karar aldılar, bunca insan nasıl bir araya geldi; buna kim karar verdi?
Asmalımescit’ten Tünel’e kadar kalabalık bir grup yürüyor. Rum vatandaşlara ait bütün dükkanların kepenk ve vitrinleri kırılmaya başlandı, .
Mayer, Lion, Franguli, Elişi gibi büyük mağazalar bir anda yerle bir edildi. Bir saat içinde Beyoğlu’nda vitrini parçalanıp içi boşaltılmadık mağaza kalmadı.
Yeni Melek sinemasına giden yolun tamamı yürünmeyecek bir ‘kumaş batağı’ haline geldi.
“Lale Sineması’nın bulunduğu binadaki Odeon Mağazası da yerle bir ediliyor. Ambalajı içinden çıkarılan buzdolapları üst kattaki depodan İstiklal Caddesi’ne atılıyor, bunlardan birisi tramvay yolunu kapattı.
Otomobiller ters yüz edilmiş, kırılmamış bir tek cam yok.
Bayan Mary’i görüyorum. Koca sininin içine evdeki gümüşleri koymuş, komşusu Melahat Hanımgillere sığınıyor.
Fener Patrikhanesi korumaya alındı. Unkapanı, Cibali, Çarşamba ve Balat’ta kurulan barikatlar askeri vasıtalarla takviye ediliyor.
-Bu havada uçuşan taşlardan korunmak ne kadar da zor. Beyazıt’tan, Tahtakale’den uğultu yükseliyor.
Beyazıt bir ana-baba günü yaşıyor. Tahtakale’den, Sultanhamam’a kadar sıralanan dükkanların kepenkleri demir ve tahta parçaları ile harap ediliyor.
Mahmutpaşa’da ve Sultanhamam’da, yerlerde, boydan boya, dükkanlardan çıkarılan kumaşlar sürünüyor.
-Bayan Mary, Melahat Hanım’la birlikte evine beyaz bir bez parçası asmaya çalışıyor. Beyaz bezi görüp zarar vermesinler diye...
Ya ev sapasağlam dururken yerle bir olan dostluklar, yüreklere yerleşen korku, güvensizlik. Hangi asra kadar sürüp gider bu yangın?
Rum evleri de taşa tutulmaya başlandı. Kurtuluş’taki Ortodoks Kilisesi’ne doğru hücum ediliyor. Birkaç genç çan kulesine tırmanıyor, çanı indirecekler...
Dolapdere, Feriköy’deki Rum evlerinin de cam, çerçeveleri indiriliyor.
-Heeey, Martı, Taksim’e uç, Taksim’e... Oradan kara bir duman yükseliyor, İstanbul’da muhtelif semtler alev alev yanıyor.
Taksim’deki Aya Triada Kilisesi yanıyor. Yangın Zoğrafyan Mektebi’ne de sirayet etti.
Kumkapı, Balıkhane, Beşiktaş, Köyiçi, Dolapdere, Kurtuluş... Alev, alev.
Anadoluhisarı’ndaki ayazma yakıldı.
Gün karardı.
İstanbul is kokusuyla baş başa.
Sokaklar boş.
Bana kendimi yenik hissettiren bir sessizlik hakim şimdi her yere. Belki de İstanbul’da ve İzmir’de ilan edilen örfi-idare sebebiyle...
Ne fark eder?
İnsanlar evde tutuluyor ya hınçları?
Sokakları mı yaktıklarını sanıyorlar, yıkılan sadece camlar, çerçeveler mi?
Hiçbir yere kımıldayamayan bedenim, denizin ortasında alev, alev yanıyor ve yine kimse görmüyor.
Kahroluyorum.
Paskalya’da, soğan kabuklarıyla kaynatılıp kabukları renklendirilmiş yumurtaları tokuşturan dost eller gözümün önünde çamura, kana bulanıyor; hiçbir şey yapamıyorum.
Bu biçare takatsizlikle, zaman, taş duvarlarıma bir çentik daha atıyor.
Aklım, başını Melahat Hanım’ın omzuna koyup sessizce ağlayan Bayan Mary’de kalıyor. Görüyorum, diz dize oturmuşlar, büfenin orta yerine yerleşmiş koca möbleli radyodan hükümetin tebliğini dinliyorlar:
Kıbrıs meselesi etrafında cereyan eden hadiseler dolayısıyla aylardan beri umumi efkarda hasıl olan şiddetli heyecana inzimamen, Selanik’te Aziz Atatürk’ün evine ve konsolosluğumuza karşı tertiplenen suikast, kısmen maksatlı ve hainane, kısmen de idrak ve şuurdan mahrum tahrikçilerin de tesiriyle büyük kitlelerin vücuda getirdikleri nümayiş hareketine sebep olmuş ve bu hal bilhassa İstanbul’da gecenin geç saatlerine kadar devam etmiştir.
Bu esnada büyük ekseriyeti Rum vatandaşlarımıza ait olmak üzere dükkan ve mağazalara girilmek suretiyle büyük tahribat yapılmış olduğunu en derin teessür ve teessüflerimizle ifade etmek isteriz.
Denilebilir ki dün gece İstanbul ve memleket esas itibariyle ağır bir komünist tertip ve tahrike ve ağır bir darbeye maruz kalmıştır.
Kısa dalgada parazit olmasa daha iyi duyardım.
Ama daha iyi anlar mıydım?
Yıllar sonra bu sözlerin sahibi ve 10 arkadaşının, Yassıada muhakemelerinin en ilgi çekici davalarından olan 6/7 Eylül duruşmalarında yargılanmalarına şahitlik etsem, inanır mıyım?
Bu günü hatırlar mıyım?
Adnan Menderes’in, “Efkârı umumiye bu olaya hazırdı. Mürettibini aramak gerekmez” dediği ilk duruşmanın izlerini taş avluma mı kazırım, tarihe mi?
Ya zaman, midenin, hazmedemediği yiyeceği geri püskürtmesi gibi, bir gün, bunca bilinmezi kusup kucağıma bırakmaz mı?
Bilmem.
Bildiğim, Bayan Mary bu gece Melahat Hanım’da uyuyacak...
Lavanta kokulu, kanaviçeyle kenarlarına pembe, mavi çiçekler işlenmiş beyaz yastık kılıfına dayayıp başını...
Rüyasında iki komşu evin, iki komşu avlusunu ayıran duvarı yıktıkları günü görecek; hani mavi boyalı minik bir kapı ile geçiş yolu yaptıkları günü. Bahçede yufka açıp, birlikte çamaşır yıkadıklarını görecek, hasır sepetin sapı kopunca attıkları kahkahaları duyacak. Melahat Hanım’a topik yapmayı öğrettiği güne dönecek ve mantı yapmanın püf noktalarını yazacak çizgisiz yemek defterine; özenle: Mantı, Melahat Usulü...
Uyurken, yüzünden anlık gülümsemeler geçecek; Bayan Mary bu gece, Melahat Hanım’ın açık mavi badanalı misafir odasında derin iç çekişlerle uyuyacak, ayakucunda torunuyla.
Gazetelerin “Tarihe 6/7 Eylül olayları olarak geçen günün sonunda, 3 ölü, 30 yaralı, 73 kilise, 8 ayazma, 2 manastır,1 fabrika, 3584’ü Rumlara ait olmak üzere, 5538 ev ve dükkan tahrip edildi. 2057 yağma ve tahripçi yakalandı. 862 mağaza tamamen yıkıldı”diye yazdığı gün, son kez çevirecek Balat’taki tek katlı evin cebe sığmayan büyük sokak kapısı anahtarını.
Binlerce Bayan Mary, arkalarında binlerce Melahat Hanım bırakarak minik kamyonetlere bohça yapıp yığdığı eşyalarını uzak diyarlarda açmak üzere evlerini terk edecekler.
Ben iki gözüm iki çeşme, avucumun içinden uçup giden hayatlara ağlayacağım.

(Kuzey Yanım Ayazım isimli kitaptan alınmıştır...)

11 Ocak 2007 Perşembe

hayat herkese yeter

Tuhaf bir yerinde durup hayatın; ne önüme, ne arkama, olduğum yere baktım.
Öylece...
Günlerce...
Baktım.

Senden çok da farklı değildim, aynıydım belki de.

Önce bundan korktum biraz evet ama çabuk geçti.
Biraz şaşırdım.
Kimseler görmedi, bir ara gülümsedim kahkaha bile attım.

Seninkiler gibiydi inan yaşadıklarım.
Karışıklıklarım.

Seni ıslatan yağmurlar burada da yağdı; saçak altları aynıydı sanki; damlalar paslı borulardan sol omzuma damladı, kızmadım, üşüdüm biraz o kadar.
Yalanlarım mı?
Elbette vardı.
Pembe, beyaz, mavi... Rengini sen seç işte.
Benimdiler.
Sana, ona, onlara söyledim ama hiçbir yere gitmediler en olmadık anlarda çıkıp karşıma dikildiler.

Kaçıp saklandım elbet.
Sığınaklarım da vardı seninkiler gibi.
Kızgınlıklarım, dargınlıklarım da.
Ama, ah o cânım barışmalarım.
Mutlaka barışmalarım...

Gidişlerim de aynıydı galiba; nedenlerim de.
Bağırışım, çığlığım, sessiz kalışım; çok da farklı değildi seninkilerden.
Yok oluşlarım da.
Ya aşklarım?
Yaralarım?
Yoksa farklı mıydı; bulamadım.
Belki de aşk,
belli ki aşk,
herkes için aynıydı da
ben de herkes gibi yapıp,
farklı yaşadım.

Kelimelerim aynıydı, anlamlarım değil. Anlamam zaman aldı bunu; e ben anlayana kadar zaman da durmadı, yol aldı.
Sonunda kendime has bir sözlük yaptım; işi tatlıya bağladım.
Anlattım.

Kurnazlıklarım aynıydı seninle.
Korkularım...
Zayıf yanlarım.
Kayıplarım.
Ayıplarım, aynıydı.

Kavgalarım aynıydı, sövüp saymalarım.
Sevmelerim aynıydı, sarıp sarmalamalarım...

Ne varsa aldım işte ben de senin gibi hayattan.
Ne verdiyse aldım.
Birimiz birimizden belki biraz daha fazla ya da az. Hepsi o kadar. Ona da karışamıyor ki insan; o da hayatın kendi bileceği...

Tuhaf bir yerinde durup hayatın,
ne önüme,
ne arkama,
olduğum yerde, kendime baktım.
Hayat herkese yetermiş, anladım.